GÜN 1: AN

Zamanın göreceliliğine ek olarak an da bir o kadar göreceli… Aylar önce bana sorsanız size zamanın nasıl yetmediğine ve anı yaşamanın zorluklarına ilişkin nice örnekten bahsedebilir, sayısız anlatıda bulunabilirdim. Fakat Erzincan’a askerlik adına gittikten sonra bu durum değişti. Bilmiyorum, insan zamanın bir kere donduğuna şahit olduktan sonra anı nasıl yaşayabileceğine ilişkin bazı fikirler ediniyor. Fakat bu sefer de farklı sorunlar ile karşılaşıyorsunuz. Benim durumumda bu sorun depresyon oldu.

Depresyon olarak isimlendirmemin sebebi aslında yaşadığım sürece ilişkin bir kavram arayışını sona erdirmek ile ilintili. Her ne kadar psikolog da olsam burada bir tanıdan söz etmiyorum, neticede yaptığımız meslek ne olursa olsun hangimiz kendimize dair herhangi bir gözlem ya da çıkarımımızı mesleki bir perspektiften gerçekleştiririz ki? Eğer yapanınız varsa derhal sonlandırmanızı öneririm zira kendimize uygun çözüm üretimini oldukça zedelediğine inanıyorum. Pardon, kimim ki ben? Lütfen kaldığınız yerden devam edin, ben de deneyimlediğim süreci aktarmayı sürdüreyim.

Anı yaşamak üzerine kazandığım yeni bakış ve yetenek seti ile heyecanla hayatıma geri döndüm. Uygulamaya geçirmeyi hayal ettiğim nice tasarı… Derken önce yemek yiyemediğimi fark ettim. Abartmıyorum, günlerce yalnızca düşüp kalmamak adına bin türlü zor, çaba ve naz-niyaz ile yedim. Bunun güzel tarafı var, bu durum aslında askerlik sürecinde vermiş olduğum kiloları hemen geri almamam adına yavaşlatıcı bir etki oluşturdu. Fakat yine de takdir edersiniz ki işleyen bir makinenin işlemesi gerektiği ölçüde işlemeye devam edebilmesi kimse adına önemli olmasa da makinenin kendisi adına önemli, belki bir de halik adına.

İşlemesi hususunda farklılıklar gözlemlediğim bir diğer süreç ise uyku sürecim oldu. Açıkçası bu konuda çok olumlu şeyler söyleyemeyeceğim zira dengemi epeyce sarstı. Daha önce zemin ile ilişiğinizin kesildiği bir ya da birden çok durum deneyimlediyseniz özellikle denge konusunda haddinden fazla özgüven sahibi olabiliyorsunuz. Olmayın. Bak, yine… Neyse, devam… Bazı günler yatakta dönüp durmama, muhtelif hayvan sayımlarında bulunmama ve ritminin sabitliğinden canınızı dahi alabilecek şarkılar dinlememe karşın gözümü bırakın yummayı, yeri geldi, kırpamadım bile. Böyle günlerde kış uykusuna bir türlü yatamayan ayılara kendimi yakın hissediyorum. Diğer günlerde ise uyumamak adına verilen bin türlü çaba, ritimden ritme geçen şarkılar, kafein içeren herhangi bir içecek… Hepsi nafile, gözümü bir türlü açamadım. Ayılardan birisi uyumuştu, zannediyorum böyle bir gün geçirdi.

Ek olarak, vakitli vakitsiz ziyaret eden ağlamalar ve gülme krizleri ile karşılaştım. Normal şartlarda öz farkındalığımın kuvvetli olduğuna inanırım. Hiç yoksa neden ağladığımı ya da güldüğümü bilirim. Bilinçli olarak ağlamak ya da gülmek adına eylemde bulunduğum anlar da söz konusu… Fakat sözünü ettiğim durum bambaşka, bir anda, hiç yeri değilken alıyor gözlerimi bir yağmur. Hiçbir sebep yokken yükseliyor bir kahkaha dalga dalga boğazımdan.

Baş etme becerilerime güvenirim. Tıpkı aynı virüse ikinci defa yakalandığında vücudun çoktan bir çözüm bulmuş oluşu gibi ben de deneyimlediğim bu durumlara çözümü beklenenden daha kısa sürede buldum. Deneyimlerimin deneyişlerinin nafile kalmasına sevinirken, bu sefer de yepyeni bir manzara ile karşılaştım. Hayatıma bakan penceremin önü kapkara, kocaman bulutlar ile doldu. İsteksizlik ve mutsuzluk…

Bu durum, o heybetli tasarılarımın heybetini alıp götürmek ile kalmadı; adeta en ufak bir eyleme geçiş yük ile doldurdu kefelerimi. Hayatımda zaruri olarak görmediğim her konu için yeni ertelemeler gündeme geldi, zaruri olarak ifade edebileceğim konulardan da almakta olduğum keyif tükendi. Halihazırda motive olmak adına güçlükle kaynak bulan ben, bulduğum her kaynağın karşımda nasıl çaresiz kaldığına tanık olageldim. Peki ya baş etme becerilerim? Halim yok diyorum size, yüküm ağır. Bana gölge etmesinler, başka ihsan istemem.

Değişen bir şey oldu ki bu günlerde kendimden beklenenin aksine bir eylemde bulunmaya, yazmaya karar verdim. Yazmak ki herhangi bir kaygı gütmeden, konuşur gibi, geceleri ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi… Zor bir yıl geçirdim. Toplumsal olarak deneyimlediğimiz afet süreci, kişisel olarak uzak ya da yakın sevdiğim insanların yaşamlarını yitirmesi, sona eren ilişkim, kötüye giden ekonomi karşısında en az para kadar direnemeyişim, ideolojime ve keyfimin kahyasına hiç mi hiç uymayan askerlik sürecim… Anlayacağınız listede tıbbi ya da psikolojik bir tanı almam dışında her şey var. Yeni gelen yılı karşılamaya hazırlandığımız bu günlerde artık mutlu olmak istediğime karar verdim. Mutlu olmayı, mutlu olmamızı istiyorum. Artık mutlu olmamız gerektiğine inanıyorum.

Bunun için kendime nefes alabileceğimi düşündüğüm ve herhangi bir ikili iletişimde artık yeri olmadığına inandığım bir alan açıyor, askerlik sürecimin sona ermesine karşılık gitmeyen, bir yerlerde hala benden bir cevap bekleyen o isteğe kulak veriyor ve günlük yazıyorum. Bunu da paylaşıyorum ki bakarsınız herkesten uzak bir şehirde, değişken ve nispeten yoğun olarak değerlendirilebilecek çalışma saatleri içinde yaşarken ihtiyaç duyduğum ancak bir türlü denk gelemediğim nitelikte diyaloglara kavuşurum. Belki benzer adımlar atmakta olanlarınız ile denk geliriz, belki de yalnızca konuşup rahatlar ve nihayet anı yaşayabilirim.

An demişken… Yazının en başında da dile getirdiğim konuyu elbette an ile sınırlıyorum çünkü süper güçleriniz yok ise yetişkin yaşamına atılan ilk adımdan sonra seneleri dizginlemenin hiçbir yolu yok, en azından bulunduğum noktada buna dair bir ufuk göremiyorum. Kim bilir, yaş aldıkça farklı gözlemlerde bulunabilir ve dolayısıyla bu konuda söyleyecek farklı sözlere sahip olabilirim.

İşte senin için bir şarkı… Boş Ders Şarkısı – Feridun Düzağaç